1 Aralık 2010

Semt Aşkı

1921’de kurulan bir kulübün taraftarı için -Türkiye ve dünya gerçeklerinde futbolun konumu göz önüne alındığında- 43 yıllık aradan sonra Türkiye’nin en ‘süper’ ligine dönmek anlatılamaz bir duyguydu. Sadece yaşanırdı ki 2007 yılının 30 Mayıs akşamında bu duyguyu yaşayan yaklaşık 3000 kişiden biri olmak müthiş haz vericiydi. Ertesi sabah semte en son varabilen otobüsten inerken sağa sola koşuşturarak haykırdığımız “şampiyon Kasımpaşa” cümleleri etraftaki onlarca insanın ilginç bakışlarını üzerimize çeken sevinç çığlıklarıydı.

Süper lige çıkma mücadelesinde play-off maçlarına kalınca, arkadaşına “finale çıkarsak maça gidelim” sözü vermek, deplasman kültürü olmayan bir taraftar için oldukça beklenmedik bir davranıştı. Kasımpaşa tribününü, semt aşkını bana sevdiren eski okul arkadaşıma verdiğim sözü tutmam için ilk görev takımındı. Rakip Diyarbakırspor’du. Maçın ilk dakikalarında Mohamed Ali’nin golüyle geriye düşünce televizyon karşısında pek bir şey hissetmemiş olan ben, önce Serdar Akdoğan’ın beraberlik, ardından Erhan Küçük’ün 90. dakikada galibiyet golünü kaydetmesiyle sadece 2 gün kalan final maçı için evden nasıl izin alacağımı hem sabırsızlıkla hem de heyecanla beklemeye başladım. 30 Mayıs Çarşamba akşamı için rakibimiz Malatyaspor’u eleyen Altay’dı. Arkadaşımda kalacağım bahanesiyle evden izin alıp lacivert-beyaz atkımı da içime saklayarak öğlene doğru iskelede arkadaşımla buluştum. Semtten otobüslere binildi ve benim için alışılmadık bir serüven başladı. Artık görev sadece takımın değildi!

Stada girene kadar Ankara’nın her noktasında yapılan üst aramalarının ardından bilet bulmamız lazımdı. Tribün ağabeylerimizin gişelerden ücretsiz bilet alma çabaları boşa çıkınca ufak bir mevzu patlak vermişti. Zorla da olsa alınan bir miktar bilet dağıtılmaya başlandı. Arkadaşım bir tane kapabilmişken benim elim boş kalınca mecburen bilet gişesine yöneldim. Belki de hayatımda ilk kez bir Kasımpaşa maçına bilet satın alarak girmiştim. Ankara 19 Mayıs Stadı’nın kale arkasındaki hatırı sayılır sayımızın karşısında stadın yarısında yer edinmiş durgun Altay taraftarı vardı.

Maç başlamadan kafamda her türlü senaryo vardı. Zaten 2 ihtimal vardı, ya kazanmak ya da kaybetmek. Ancak kazanmanın bu denli enteresan ve harika olacağını maçtan günler sonra fark edebildim.

İlk yarı sona erdiğinde zıplarken bağırmaktan hayli yorulmuştuk ve bunun karşısında başa baş bir futbol ve skor vardı. Maçta 50. dakikada Erhan’ımızın attığı golle öne geçmiştik. Tribünde ne yaptığımızı bilmeden takımı destekliyorken arkadaşımın kalp atışları hızlanınca daha sakin olan bölüme geçtik. Bu sefer maçı izlemeye başladık ki bu sırada ters giden bir şey vardı. Altay sürekli hücum ediyor ve bizim takım açıklar veriyordu. Ankaralı bir ağabeyle sohbet ederken ters giden şeyin 10 kişi kalmamız olduğunu öğrenmiştik. 53. dakikada Serdar’ın atıldığını beraberlik golünü yemeden birkaç dakika önce fark etmemiz golün habercisiydi. 71. dakikada skor 1-1 olmuştu. Altay galibiyet için yüklenirken hakem Vedat Yüksel yardımcı oldu ve 83’te penaltı noktasını gösterdi: 2-1. Maç süresine ilave edilen duraklamalarda uzun toplarla gol arayan Paşa’mız korner kullanırken kaleci Ziya rakip ceza sahasındaydı ve gelen atışa yaptığı vole savunmadan sekerken bir korner şansı daha yakaladık. Gelen köşe atışında arka direkte kafa vuruşu yapan Alparslan duraklama dakikalarında sürprizin sinyallerini vermişti: 2-2.

Önümüzde 30 dakikalık uzatma süresi vardı artık! 96. dakikada 3-2 geri düştük. Altay kontra-ataklar denerken biz de iyi fakat 1 kişi eksik bir takım olarak gol arıyorduk. Son dakikalara 90. dakikadaki gibi dualarla girdiğimi hatırlıyorum. 120. dakikaya doğru savunmadan gönderilen uzun top kafayla Erhan’ın önüne indiğinde içimdeki tarifsiz kıpırtı başlamıştı. Erhan’ın klas sol ayağı topu karşı kaledeki Altay ağlarına gönderince tüm Kasımpaşa taraftarı patlarcasına seviniyordu; ben yan taraftaki tellere çıkarken, ön sıralardaki birkaç kişi sahaya dalmıştı bile…

Artık her şey eşitti, 10 kişi kalmak penaltı atışlarında önemsizdi ve bir avantajımız vardı; atışlar bizim tribün tarafındaki kalede olacaktı. İlk atış Altay’ındı. Altay’ın her penaltısında; önce “Ziyaaa, Ziyaaa” sesleri, ardından ıslıklar, yuhalamalar ve koltuklara vurmalar stadı inletiyordu. Atılan dörder penaltıdan birini kalecimiz Ziya kurtarırken, biz hepsini gole çevirmiştik. Son penaltılar için sıra yine Altay’daydı, Kenan’ın vuruşunu Ziya çıkardığında kalan son gücümüz sevinmemiz içindi.

Maçtan sonra tribünlere gelen futbolcularla paylaşılan tezahüratlar müthişti. Karşılıklı lacivert-beyaz sesleri, fincanı taştan oyma hadisesi ve klasik “oley, oley oley oley, şampiyon Paşa” tezahüratı aklımda kalanlardan… Sakin ve üzgün Altay taraftarının ardından stattan çıkmamıza izin verildi. Gece karanlığına insanların kalabalığı eklenince yanlış yerde aradığımız otobüsü bulup yerimize geçtiğimizde tek hissettiğim inanmazlıktı. Kazandığımıza, süper lige çıktığımıza daha doğrusu son 12 saatte olanlar için diyebildiğim tek şey vardı: “İnanamıyorum!”

‘Artık ölsek de gam yemeyiz’ diye düşündüğümüzden midir bilinmez, yolda otobüsümüz arızalandı. Yolun birkaç saatlik kısmını normalin yarısı hızla seyrettiğimizden sabah saat 8’e doğru semte en son varan otobüstük. Otobüsten her inenin mutluluğu ‘Kasımpaşa’ sözcüğünü ritimsiz bestelere katıyordu. Kahvehaneye girdiğimizde televizyonda maçın tekrarı vardı ki sonlarını yakalayabilmiştik. Eve dönerken ne güzel bir yolculuk yaşadığımı düşündüm. Yol boyunca bana eşlik eden lacivert-beyaz atkımı sokağa girmeden içime saklarken tarifsiz mutluluğumun en önemli sebebi, geçmişi şanlı semt takımımın 43 yıl aradan sonra Türkiye’nin zirve ligine dönüşünde ‘tarihin canlı şahitleri’ olarak yer almaktı. İşte içimdeki semt aşkının doğuşu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder